Son Dakika Haberler

HAYAL DEĞİL- XVII

HAYAL DEĞİL- XVII
Okunma : 1.325 views Yorum Yap

Koronavirus için önlemler alınmaya devam ediliyor.
Yeni hastaneler inşası, kolonya ve maske dağıtılması, işverenlerin
işçileri üç ay süre ile içten çıkarmamaları, aşı bulunması verilen
yoğun çabalar. Mecliste kıyasıya çarpışma. Meclisteki siyasi partiler
en önemli olaylarda bile bir araya gelemiyorlar.

Tam bir cepheleşme var. Meclis üçe bölünmüş Cumhur ittifakı, Millet ittifakı ve
yalnızları oynayan HDP. Bugün polis memurları evlere poşet dağıttı.
İki poşette bize verdiler. Poşette Cumhurbaşkanlığı forsu var. Alıp
almamak arasında gidip geldim ama almaya karar verdim. Çünkü dağıtılan
şey bırakın yararlı olmasını, ona verilen para yine bizden çıkıyor,
zaten bizim hakkımız neden almayayım ki. Tabii almayanlar da olmuş.
Kendi bilecekleri bir şey! Varsın devam etsinler poşetleri
dağıtmaya, ben yine kendi yoluma devam edeyim, anı yazarak.

Şeref Stadında Sarıyer Taksim maçı var. Takımlar havuz
başında yan yana geldi. Taksim Kaptanı Varujan, Baba Kenan’ın yanına
gelip “Başarılar dilerim” dedi ama bin pişman oldu, Baba Kenan,
Varujanın eline hışımla vurdu ve “Başarının da senin….” deyip çekip
gitti. Baba Kenan yüzünden düşen bin parça, kale arkasında
ısınıyorlar, yanına gittim “Yahu ne yaptın, ayıp oldu” dediğimde “O
benim arkadaşım, moralleri bozulsun diye öyle yaptım” dedi.

Maç başladı Sağ bek Recep arkadan Tevfik gol attılar (2-0( öne geçtik. İlk
yarı sonuna doğru Taksim penaltıdan durumu (2-1) yaptı. Yaptı ama
tribünde de kıyamet koptu. Taksim seyircisi anormal şekilde Tevfik’e
küfür ediyor, Tevfik dayanamadı ve kapalı tribüne doğru gitti, küfür
duracak yerde aksine fazlalaştı. Küfür eden adamı tanıdı Tevfik. Durur
mu “Bekle beni geliyorum” diye bağırarak “ ana avrat ” küfür edince”
hakem Sedat Özselçuk Tevfik’i oyundan attı. Tevfik koşarak çıktı
pardösüsünü giydi ve tribüne giderek küfür edeni yakaladı ve dev gibi
cüssesi ile adamı döverek per perişan etti. İkinci devre 45 dakika
eksik oynadık ama hakem yerine Baba Kenan devreye girdi ve maçı sanki
o yönetti ve 2-1 kazandık. Ertesi günü gazeteler “Sarıyer-Taksim
maçını Sarıyer’in 6 Numaralı futbolcusu Kenan idare etti” manşetini
attı. Maç sonu Kenan ne yapsın beğenirsiniz Hemen Varujan’a koşup
“Kaptan geçmiş olsun” demez mi? Tabii bir süre sonra Tevfik Kızılay
ceza kurluna verildi ve “Ebedi Boykot aldı”. Sonra affa uğradı. Yine
oynadı.

1962 yılbaşı günü akşam saatlerinde adıma bir mektup
geldi. Aldım İtalya’dan geliyor. Kulüp lokaline gittim Zeki Ünal’da
gelmiş mektup, o da İtalya’dan. Merakla açtık İngilizce, benim okumam
imkânsız, Zeki ‘nin İngilizcesi az çok var okudu. Bana İtalya’nın
Foligno Kenti ya da kasabasından Gabriella Santarelli isimli bir kız
göndermiş. Mektup arkadaşlığı teklif ediyorlar. O arada Şop Cengiz
geldi kıs kıs gülüyor sonunda “ben bu müzipliği yaptım” dedi. Başladık
mektuplaşmaya, ben tabii mektupları başkasına yazdırıyorum. Beş altı
ay sonra Gabriella bana “Türkiye’nin en önemli edebiyatçılarını,
şairlerini sordu. Ben de tabii bildiklerimi yazdım. Cevaben gelen
mektubunda “Nazım Hikmet Yazmadınız neden?” diye sordu. Ne yazayım “O
bir komünist” diye yazdım sıyırdım kendimi. Ama yeni gelen mektubunda
“Komünist olması siyasi, bizi ilgilendirmez, o dünyanın en büyük
şairlerinden biridir” demez mi. Tabii bana nefis bir cevap verdi.
Birkaç mektuptan sonra İtalya’da Üniversitede Şark Edebiyatı
okuduğunu, yazın bir aylığına Türkiye’ye geleceğini görüşürüz diye
yazınca bende şafak attı. Hemen yanıt verdim “Ben yazları tatile
giderim, görüşemeyizç” dedim kurtardım yakamı. Doğulu ile batalı farkı
değil mi? Ya da kültür farkı!

TEKO Efendiyi Orman Fakültesinde işe girince tanıdım.
Mübarek bir adam! Zayıf, kupkuru, kırmızı yanaklı, hep gülen ve
konuşması tam anlamı ile Yugoslav Türkleri gibi… Anlatırdı “Çok
savaştık, esir düştük, yemek yok, su yok, göğüslerim hep yara bere
bit”. Efendim askere almışlar, Yemene giden ordu da asker, Yemen’e
gitmişler savaşmışlar, Kettülamera’ya gelmişler orada savaşmışlar ve
orada İngilizlere esir düşenlerden biriymiş. Birkaç yıl kalmış,
yokluklar içinde yaşamış. Yemek yok, su yok, elbise yok ve bit içinde
kalmışlar, kaşınmaktan göğsü ve vücudu yara bere içinde kalmış.
Efendim esaretten kurtulmuş Milli mücadelede bulunmuş, Terhis
olduğunda memleketine gidememiş. Bu halle Bahçeköy’e düşmüş ve
kendisini fakülteye almışlar. Santrala bakıyor, yatıp kalkıyor. Ben
de sevdim kendisini sevdim ve ilgilendim çok. O da beni sevdi. Ben
bazı geceler geç saatlere kadar okulda kalıyor ve biriken işleri
bitirmeye çalışıyordum. Fehim Fırat Hoca iki müsvette tablo verdi,
bunları büyük karton kağıtlara tersimatla yap yarın saat 10.oo derse
hazır et dedi. Tersimatla hiç çalışmadım ama yine de “olur” dedim.
Herkes gitti ben çalışmaya başladım. İyi kötü tabloları yaptım sadece
dış çizgileri kaldı. Onları da çizeceğim, sonra Sarıyer’e dönüş. Yarım
saat var. Odamın kapısı açıldı Teko içeri girdi. “Evlat sana çay
getirdim” derken çayı almak için uzandım, elime vermedi çayı da
tersimat masasının üzerine bırakınca, göğüs hizasına kadar kalkık olun
masanın üzeri çaya rezil oldu. Yaptıklarım sıfırlandı. Bir insanın
üzülmesi an o kadar olurdu. Hiç unutamam, aklıma gelince üzülürüm. Ama
sabah Nihat Adatepe anlattım durumu. Birlikte benim odaya çıktık ve
yarım saat içinde iki tabloyu yapıp verdi bana, işi böylece hallettik.
Eeee usta dediğiniz böyle olmalı. Bu arada hatırlatmakta yarar var.
Teko’ya bakan, ani onunla ilgilenen bizim kürsü doçenti Muharrem
Miraboğlu idi. Teko ölünce soldaki büyük Sarıyer mezarlığına gömdük.
Ara sıra uğrar Fatiha okurum. Hiçbir hısımım, akrabam yok derdi ama
öldükten yirmi yirmi beş gün sonra akrabasıyım diye geleni oldu ama
neyini alacaklardı ki. Hiçbir şeyi yoktu. Üç beş kuruş birikimi ile de
mezarını yaptırdık.

1960 lı yıllarda kalpak giymek yasaktı. Yani kıyafet
yasası gerçek anlamda uygulanıyordu. Bir gün Sarıyer merkez Ali
Kethüda camiinden Cuma namazını takiben 8-10 kalpaklı adam çıktı. Ben
ertesi günü Cumhuriyet Gazetesine Okurlar köşesine kalpaklılarla
ilgili bir yazı yazdım. Meğer Savcılık ihbar kabul etmiş. Gelmişler
camiye bir hafta süre ile izlemişler. Kalpak giyenleri tespit edip
savcılığa vermişler. Sonra da dava açmışlar. Terzi Semih’in dükkânında
oturuyoruz, Değirmenci Embiya Amca geldi. Pür hiddet. Semih Abi
“Sinirli görünüyorsun sana bi kahve ısmarlayayım” dedi. Pencerenin
önünde durdu. Karşıdaki kahveci Mehmet Efendi kahvesini getirdi. Semih
abi “Neyin var? Çok sinirli görünüyorsun” dedi. “Ulan dedi, bir gün
aklıma esti kalpağı girdim, adam beni bekliyormuş sanki bastı şikayeti
üç aydır mahkemeye gidip geldim, hâkim 50 lira ceza verdi, olacak iş
mi? Bi bilsem kimin şikâyet ettiğini …” deyince… Olay koptu, herkes
gülmeye başladı… “Anladım ulan bu işte sizin parmağınız olduğunu”
diyerek uzaklaştı.

Ali Sami Yen Stadı inşaatı yapılıp bitti ve 20.12.1064
tarihinde Türkiye – Bulgaristan milli maçı ile açıldı. O günün
koşullarında mükemmel bir stat yapılmış. Hava güzel, maç merakla
bekleniyor. Saha tıklım tıklım! Sürekli seyirci alınıyor içeri. “Dur”
diyen yok. Bilhassa kale arkası tribünlerde insanlar çimen gibi
birbirine girmiş, grift olmuş, sağa sola dalgalanıyor. İnsanların
birbirini ezmemeleri imkânsız! Tam ortalarında bir seyyar köfteci,
köfte pişiriyor. Maç oynanırken anormal bir dalgalanma ve bağrışma
oldu, tribündekiler üst kattan aşağıya doğru kaymaya başladı, köfte
arabası devrildi, aygaz ateş aldı ve seyirciler üzüm salkımı gibi
tribünün demirlerinden aşağıya sarkmaya, atlamaya başladı. Koruyucu
demirler çatır çatır kırıldı. Maç yarım kaldı, yüzlerce insan
yaralandı, bereket ölüm olmadı. Maçı biz kapalı tribünden olay olan
tarafta rahat bir şekilde izledik. Zira bizim olduğumuz yer nispeten
rahattı. Bu olayı yaşadıktan sona, bilhassa son on onbeş yıldan beri
statların seyirci kapasitesinin tespit edilerek, fazla seyirci
almamaları yolundaki çalışmaların ne kadar doğru olduğunu

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)