Son Dakika Haberler
“width=“1293

ŞU DUA KONUSU..Dr. Ahmet Bekaroğlu

ŞU DUA KONUSU..Dr. Ahmet Bekaroğlu
Okunma : 1.002 views Yorum Yap

page_dua_tyg_76Yıllar önce ‘tonyahaber’ de ilk yazdığım, ‘Her Şeyin Başı Besmele’ başlıklı yazım  aklıma geldi. Söz konusu yazıda, ayet ve hadisler merkezli besmelenin önemine vurgu yapmış ve neden her işin başında okunması gerektiği üzerinde durmuş, ancak meramımı anlatamadığım kanısına da varmıştım. Çünkü; ‘Kuran okumaya başlarken şeytanın vesveselerinden Allah’a sığınmamız’  (Nahl, 16/98) bizden istenirken aslında, ‘işini sonra yaparsan da olur’ tembelliğine kapılmadan işe hemen  başlamamız amaçlandığı, Hz. Peygamber’in de, ‘Besmele okunmadan başlanan işin; başarısızlıkla sonuçlanacağını’ bize hatırlatması ile de aslında Yüce yaratıcının  bu dünyada –tabir caiz ise– fanatik bir futbol takımı seyircisi gibi, ne olursa olsun, ille de benim takımım şampiyon olsun’ mantığının aksine, ‘Rahman’ olması hasebi ile müslüman, budist  ya da ateist vb. olsun -fark etmez–  kulları arasında sadece alın teri dökülmesini baz alacağının bize hatırlatılması ve bu anlayışla işimize yoğunlaşmamızın amaçlandığını anlatmak istemiştim.
Seksen dokuz doksanlı yıllardı. Marmara İlahiyatta yüksek lisans öğrencisi idik.  Yaptığımız yanlışlar nedeni ile Hasan Kalyoncu Bey’in deyimi ile –küresel iklim değişiklikleri başlamış-, bulutlar üzerimizden teğet geçiyor ve doğal olarak da  kurak  bir kış mevsimi yaşıyorduk – İstanbul’un içme  suyu da Yalova’dan tankerlerle taşınıyordu-. Bulutların bizi ıskalamamsı için şimdi vefat etmiş birisinin önerisi ile İstanbul genelinde camilerde yağmur duası yapmıştık. Hafif bir çiseleme olunca şimdi merhum olan bir zat, ‘yağmur yağacağını anladınız, dua ediyorsunuz’ diye bizle kafa bulmuştu. Meşhur bir İlahiyatçımızın bu uygulamanın yetersizliğini söylemesinden, ‘günümüzde yağmur duası; önce tabiatı tahrip etmekten süratle kaçınmak, bulutları dölleyerek aşağıya akıtmak olduğunu’ anlamıştım. Aynı yıllarda hac görevinde iken de Medine’de imamların Sabah namazında Bosna’da katledilen kardeşlerimiz için  yaptıkları duaya bizim de  -Yüce Yaratıcı ve Hz. Peygamber’in öğrettiğinin hilafına olduğunu bildiğimiz halde- iştirak ettiğimiz anları da  hatırladım. Zaman süratle geçiyor dualarımız da bir türlü kabul olmuyordu. Bugün de Mısır, Suriye  başta olmak üzere her gün yüzlerce müslüman kardeşimiz katlediliyor, üzüntülerimiz üzerine dua ediyoruz ama yakarışlarımızın yakın zamanda da kabul olmayacağı gözlerden de kaçmıyor. İşte bu nedenlerden ötürü diyorum ki, ‘Dua edin kabul edeyim’ (Mü’min, 40/60) ayetini yeniden düşünmeliyiz.  Klasik anlayışta, ‘şayet duan kabul edilmedi ise, haram yiyip yemediğini, gözden geçir’ diye bir anlayış var.  Kabul de, o zaman  dua eden bu müslümanlar arasında hiç mi haram yemeyen yok ki bir tanesinin duası şimdiye kadar  kabul olmadı? Müslümanların hepsini bu anlamda tenzih ederim. Elbette haramdan uzak duracağız  ama konunun bununla hiç alakası yok. Aksi takdirde mezkür soru cevapsız kalır.  Burada Asr-ı Saadette yaşanmış şu örneği vermenin konuya açıklık getireceği kanısındayım. Hz. Peygamber’in hayvancılıkla geçinen birisine, ‘deveni ne yaptın?’ diye sorması üzerine o sahabenin, ‘Allah’a havale ettim’ cevabını vermesi sonucunda peygamberimizin, ‘deveni önce sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a güven’  öğüdünü yapmış olması bize duanın aşamalarını da anlatıyor. Yani dua; gerçekleşmesini istediğimiz olay için önce çalışmak yani ‘fiili dua’da bulunmak, sonra da, ‘ben elimden geleni yaptım., çalışmalarımı karşılıksız bırakma Allah’ım’ diye sözlü dua’da yapmaktır. Bu konu tevekkül kavramı ile de çok iç içe hattta tevekkülün ta kendisidir. Çalışmadan, alın teri  akıtmadan herhangi  bir işin gerçekleşmesini Allah’tan istemek;  aslında Yüce Yaratıcıya, ‘tamam sen öyle diyorsun ama bunu boş ver,  gel bu işi sen yap’  diyerek akıl vermek, adeta bize verdiği görevi geriye çevirip bunu  O’nun yapmasını istemektir.   Bu bağlamda alın teri dökmeden kuru dua ile yetinmenin getireceği başarısızlığı; İslam Dinine fatura etme anlamında bir tevekkül anlayışı Kur’an’a terstir. Mehmet Akif kronikleşmiş bu hastalığımızı şöyle zemmediyor:
“İslam çalış çalış dedi çalışmadın durdun,
Sonra din namına bir sürü hurafe uydurdun.
Bir de tevekkül sıkıştırıp araya,
Zavallı dini onunla soktun maskaraya”.
Yani bu mısralarda kuru dua ile yetinme sonucunda gelecek başarısızlık; dinin değil tam aksine bizim suçumuz olduğu anlatılıyor. Çünkü Kur’anda; “insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışmasının karşılığı  da verilecektir” (Necm, 53/39-40) buyruğu bize bunu öğretiyor. Hz. Peygamber de çalışmamızdaki tempoyu, her gün kendini alanında yenilemeyen ve eski bilgileri ile yetinenlerin günahkar olduğu anlamında, ‘iki günü eşit olan aldanmıştır’ mesajı ile açıklamıştır. Hz. Ömer, avare avare oturan halkını bu bağlamda, ‘biz, size Allah’ın boş yere gökten altın ve gümüş yağdırmayacağını anlatmadık mı?’ diye ikaz etmiştir. Kur’andaki, ‘O, her an bir oluş içerisindedir’ (Rahman, 55/29) ayet ile her an dinamik olmamız istenmektedir. Çünkü Kur’an lafız olarak Hz. Peygamber’in şahsında yirmi üç yıllık nazil oluş süresindeki gibi Fatiha Suresinden Nas Suresinin sonuna kadar lafız olarak statiktir, asla değişmez. Yani bu bağlamda durağandır. Ama anlam olarak ise, dinamiktir, her an değişken yani doğurgandır.
Öyle ise biz de, dinamik olmalı her gün alanımız ne ise, yeni üretimlerde bulunmalıyız. İslam Dünyası olarak önce fiili duayı gerçekleştirerek, -sadece caydırıcı olsun, müslüman kardeşlerimiz ya da başka bir insan olsun fark etmez-  bedavadan öldürülmesinler diye, günün şartlarında hangi teknik ya da teknoloji gerekiyor ise her türlü imkana ulaşarak fiili duada bulunmak durumundadır. Fiili Dua bir anlamda iman edenlerden istenen Salih Ameldir. Salih Amel de; insanlığa faydalı iş üretmektir. Zaten sözlü dua ile yetinmekle görevimizi yapmış olamayız ki.

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)